ANA SAYFA
HABERLER
HACIBEKTAŞ
HACI BEKTAŞ VELİ
KÜLTÜR VE SANAT
HBV Anma Etkinlikleri
Gürbüz Sapmaz
Mithat Bektaş
Kazım Kalaycı
Bektaşi Fıkraları

ALBÜM
SANAL GEZİ
KÖYLERİMİZ
KÜNYE  VE  İLETİŞİM
SİTE HARİTASI






  Hava Tahmini

HACIBEKTAŞ

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

Kaynak: Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü

 



Buradasınız->: KÜLTÜR VE SANAT / 

2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Kısa Öykü Yarışması Birincisi:


Gülçin KARAŞ DUMAN

DUA


Takılan çelmeler, ütülen bilyeler, kötekle biten dövüşler, karne kırıkları, cetvelin elde bıraktığı izler, sınıfın tepeli horozunun tüysiklete taktığı adlar... Zaman gelir, tümü, pamuk şekeri gibi aranır olur. Duvarların henüz örülmediği, sınırların henüz çizilmediği, bin canın bir olduğu o tatlı çocukluk dönemi, Pir Dede ile Ana Sultan'ın ağzından dökülen masallara benzer. Çocuklukta tasalar, yetişkinlerinkine kıyasla eften püften mutluluklar, yaşını başını almışlarınkine oranla bir o kadar sahicidir. Öyle ki, on yaşına dek, anası haftada üç kez cıyrıktı da yedirse, dünkü bücür, ellisine dayandığında, ısırganın tadını balmışçasına ansır. Dam başındaki güvercinler bile, ekmek kırıntısı arandıkları soğuk kış günlerinde, içlerini, analarının kanatları altında palazlandıkları günleri düşünerek ısıtır. Ali için de küçümen olduğu günler, böylesine değerlidir. Bazı akşamlar, ince belli bardağını, gümüşlü semaverden doldurur, çayın demine varırken, teneke mahallesinde geçen günlerin düşüne dalar.

Otuz yıl önce, Ali'nin en yakın arkadaşı Bekir'di. Bekir, okulda Ali'nin üç sıra önünde, mahallede ise beş ev önünde otururdu. Yine de tanışmaları zaman almıştı. Arkadaşlıklarının tohumunu ektikleri gün, mahallelinin deyişiyle "ebebulguru" yağıyordu. Hani, taneleri, pişmekten şişmiş bulgur denli iri, süt beyazı kar vardır ya, ondan. Kar, mahalleyi saran dar toprak yolların gariban çukurlarını doldururken, Ali ve Bekir, sidik kokulu, bakımsız okullarında din dersindeydiler. Geniş arkalıklı iskemlesine kurulan Kenan Öğretmen, tahtaya dizdiği öğrencilerden Fatiha suresini dinliyordu. Sırayla sınavdan geçirdiği öğrencilerden çoğu, duayı bölük pörçük öğrenmiş, gözdesi Bekir, her zamanki gibi baştan aşağı hatasız okumuştu. Ali ise tek söz etmemiş, başını sıkılgan bir tavırla öne eğmişti. Ders arasında ısınsın diye sobaya dayadığı, kurumdan kararmış ellerini, tedirgin hareketlerle ovuşturuyordu. Öğretmen, o güne dek, ezberlenmesini istediği duaların hiçbirini okuyamamış çocuğa kararsız gözlerle bakıyordu. Bunca yaşıtının önünde azarlasa, Ali'nin öz güveni un ufak olurdu. Öte yandan, haylazlığını cezalandırmazsa, ödevden usanmış daha nice öğrenciye koz vermiş olmaz mıydı? Öğretmenin orta yolu bulması gerekliydi. Düşündü, taşındı; karşısında tir tir titreyen Ali'yi nasıl kazanabileceğini tarttı. Nihayet, bulduğu akıllıca çözümden hoşnut, seslendi: "Oğlum, bir süre arkadaşın Bekir ile çalışın. Bir sonraki sınavda da sus pus dikilirsen, külahları değişiriz."

Öğretmenin sesini duyunca, kuş kadar yüreği, kocaman bir rahata eren Ali, belli belirsiz gülümsedi. Meraklı gözlerle, daha önce hiç konuşmadığı Bekir'e baktı. O sırada arkasını dönen Bekir ise, Ali'ye göz kırptı. Tanımadığına hemencecik göz kırptığına bakılırsa, biraz muzip, hatta iyi yürekli bir çocuk olmalıydı, bu Bekir. Ali daha da rahatladı. Gerçi hiç bir derste parlak bir öğrenci değildi ama din dersiyle başı fena halde dertteydi. Duaları ezberlemek güç işti. Hele babasının, dedesinin dedikleri kafasını öylesine karıştırıyordu ki, çalışmaya ne denli hevesli olursa olsun, bir süre sonra ezber işinden cayıyordu. Büyüklerine göre, Arapça duaları akılda tutmaya çalışmak yararsızdı. Kul, ana dilinde, kendi deyişleriyle de Allah'a yakarabilirdi. Öyle bir an gelirdi ki, söz biter, dil tükenirdi; her şey aşka keserdi. Ali, kimisini anlamasa da, yüreği ile duyup sevdiği bu sözleri öğretmenine nasıl anlatırdı? Dua ezberlemek, evde değilse de, okulda önemli bir işti.

Zil çalınca, ilk yanaşan Bekir oldu. Ali'ye kıyasla boyluca, semiz, biraz da patlak gözlü bir çocuktu. Öğretmenleri, çalışkanlığını övüp durduğundan, kendine güvenliydi. Kibirlenmek aklına gelmediğinden, sınıftakilerle kolay iletişim kurar, her oyuna katılır, diğerlerini sobelese de dışlanmaz, sevilirdi. Sokulgan Bekir, Ali'ye elini uzattı; ellerinin kuruma bulanmasını umursamaz gibiydi. Ali, yeni arkadaşının alçakgönüllülüğünden hoşlanmıştı. Çekingenliğine karşın, bu insancıl çocukla çabuk kaynaşacağa benzerdi. Birbirlerine yakın oturduklarını da keşfedince, kafadarlar, akşam Bekir'in evinde buluşmak üzere sözleştiler.

Ali'yi daha yemek sofrasında heyecan basmıştı. Çok sevdiği katıklı çorbayı bile içemez haldeydi. Dua ezberlemek için bir arkadaşına gidecek olmasının, babasını ve dedesini mutlu etmeyeceğini bildiğinden, bir yandan öne süreceği gerekçeyi düşünüyor, diğer yandan, Bekir'in evini düşlüyordu. Kimbilir nasıl bir yerdi...Daha önce arkadaş gezmesine hiç gitmemişti; ev halkını kuşkulandırmaya gelmezdi. Gerçeği azıcık değiştirse, kıyamet kopmazdı, ya! Öğretmeninin isteği üzerine, sınıfın en çalışkan öğrencisinin evine "cebir" çalışmak için gideceğini deyiverdi. Ev ahalisinden, karşı çıkan olmayınca, uzun yün çoraplarını dizlerine kadar çekip, alaca karanlıkta yıldız tozu gibi ışıyan kara bata çıka Bekir'in evinin yolunu tuttu.

Bekir'in evi hamur kokuyordu. Dışarıda Ali'nin yüzüne iğne gibi batıp, yanaklarını al al oluncaya dek kızartan ayazın ardından, bu koku çok tanıdık ve sıcaktı. İkisi, sedirde oturan, akça pakça, gözlüklü, yaşlı bir kadının önünden geçerlerken, Bekir, Ali'nin ıslak ayaklarına yumuşak terlikler verdi. Pıtır pıtır adımlarla iç odaya geçtiler. "El-Hamdü'li'llah" ile başlayıp, "İyyakenabudüveiyyakenestain" ile süren çalışmaları sırasında, Ali, yaşlı kadının, Bekir'in ninesi olduğunu öğrenmişti. Meğer, nine, örgü örerken, hamur yoğururken, tespih çekerken, torununa duaları belletirmiş. Bekir'in başarısına sırdaş olan Ali de arkadaşına açılmak istedi. Akılsız olmadığını, dua öğrenemeyişinin ardında başka bir neden olduğunu kanıtlamak istiyordu. "Ben, Aleviyim. Aleviler, ibadet için dua ezberlemezmiş. Zaten bizim bütün günümüz ibadetle geçermiş; Allah'la da Türkçe konuşurmuşuz" dedi. "Sen Aleviysen, ben neyim?" diye sordu, Bekir. Gülüştüler. Ali, "Sen bilmiyorsan, ben nereden bileyim?" dedi. Duaları bir kenara bırakıp, Alevilerin, aleve dayanıklı olup olmadığı konusunda akıl yürüttüler. Yoksa Alevilerin atası, ateşte yalınayak yürüyebilen bir yiğit miydi? İkisi de birbirini eğlenceli bulmuştu; geç tanışmalarına hayıflandılar.

Ali evden ayrıldıktan sonra, ninesi, Bekir'e ne yaptıklarını sordu. Oğlanlar odadayken, keskin kulaklarıyla dua mırıltılarını duymuştu. "Dua ezberledik" dedi, Bekir, göğsü kabararak. Bunun, ninesinin hoşuna gideceğinden adı gibi emindi. Yanılmamıştı; nine, tek tük dişlerinin arasından ağız dolusu "Aferin" dedi. "Okumak için neden Fatiha'yı seçtiniz peki?" dedi gülümseyerek. "Ali ezberleyememiş de ondan. Aleviymiş." dedi. olanca saflığıyla, Bekir. Nine, gülümsemesini yuttu, homurdandı, kıpırdandı, eğrilmiş parmaklarıyla dizlerini ovdu. Kalın gözlük camları ardındaki kocaman gözlerini kırpıp, "Alevi olduğunu çocuk kendi mi söyledi?" dedi. "Evet," diye yanıtladı, Bekir. Yeni arkadaşıyla öylesine gururlanıyordu ki, ona benzemeyi dileyerek, sordu: "Nine biz de mi Aleviyiz?" Bekir'in sütninesi eski kafalı bir kadındı; müezzin babasının rahleitedrisinden geçmişti. Buruşuk dudaklarını büzüp, "Hayır," diye çıkıştı; "çok şükür Sünniyiz." Ninesinin söylediğinden birşey anlamayan Bekir, kıkırdayıp, "Nasıl yani? Sen de mi sünnetlisin nineciğim?" dedi. Öfkelenen nine, mavi damarlı elini kaldırıp, "Tokadı yersin şimdi," diye inledi. Eli maşalılardandı zaten; Bekir'in kırkına merdiven dayayan babası bile nineden çekinirdi. "Babana o çocukla görüşmemeni öğütleyeceğim," dedi, nine. Şaşkınlıktan dona kalan Bekir, boş yere, "Neden nine? Bir konuşsanız, nasıl seversin onu... Hem duaları da öğrenmeye başladı," diye sayıkladı. Ama torununun aklının çelineceğinden korkan kadın, çoktan kararını vermişti. Herkes kendi evinde ağadır; ninenin sözünden çıkılmadı.

Ertesi gün okulda buluştuklarında, Ali'nin yüzü apaydınlık, Bekir'inki gölgeliydi. Bekir'in can sıkıntısına anlam veremeyen Ali, zeytin gözlerini iri iri açıp  sordu: "Ne oldu Bekir? Hasta mısın?" Bekir, kem küm etti: "Değilim, sıkıntım başka. Nasıl desem... Ailem Alevi olduğunu öğrenince, seninle arkadaş olmamı yasakladı. Böyle olacağını bilsem, hiç boşboğazlık edermiydim?" Ali, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi; "Alevi olmanın ne kötülüğü var ki," diye geçirdi aklından. Anası, babası, dedesi, Sivas'taki amcası, halası, hepsi de güleç yüzlü, iyi yürekli insanlardı. Kimseye bir zararlarının dokunduğunu görmemişti; karıncayı bile incitmezlerdi. O halde bu yasaklama neyin nesiydi?

Okul dönüşü başına geçtiği yer sofrasında, Ali, tabağındaki pezikli helleyi, çatalıyla bir o yana, bir bu yana çekiştirince, babası işkillendi. "Nimet bu Ali, ananın güzelim yemeğini neden piç ediyorsun?", dedi. Ali, dokunsalar ağlayacaktı; göz pınarlarında tomur tomur yaşlar birikmişti. Dedesi, çocuğu güldürmeye yeltenip, omuz vurdu ve neşeli bir sesle "Ne oldu hele küçük hergele?" dedi. Tam bu sırada, küçüreğin yanaklarında yaşlar sel olup, aktı. Hıçkıra hıçkıra konuşuyordu: "Si-zin aklınıza...uyup, dua-la-rı ezber-lemedim... Öğretmen, Bekir ile ça-lışma...mı salık verdi. O-na Aleviyim dedim di-ye a-ilesi be...nimle görüşmesini ya-sak-ladı. Halbuki ben ar-kada-şımı çok sev-miştim..." Ana, baba, dede, aynı anda birbirlerine baktılar. Gereksiz hiziplere onlar alışmıştı da, bu çocuğu alıştırmanın olanağı var mıydı? "Üzülme oğlum," dedi babası, sırtını sıvazlayarak. "Yarın arkadaşının evine konuk olur, yanlış anlamayı düzeltiriz evvel Allah". Babasının sözleriyle umutlanan Ali, yanaklarını, anasının uzattığı sabun kokulu mendille sildi.

Bekirlerin kapısına yaklaştıkça, Ali'nin dizleri korkudan tutmaz oldu. Babası elinden tutmuyor olsa, neredeyse düşecekti. Tahta kapıya, güçlü eliyle, tok bir ses çıkartarak vurdu, baba. Kumral, zayıp bir kadın belirdi. Önce babaya, sonra Ali'ye baktı, geri çekilerek, "Buyurun," dedi. Adım attıkları odada, aile meclisi konuklarını bekliyordu. Bekir, ailesini ziyaretten haberdar etmişti. Nine, haberi duyunca çok söylenmiş, ama oğlunun "Gelene git denmez, töremizle bağdaşmaz," diye çıkışmasına söz bulamamıştı. Ali'nin babası, ninenin makam bellediği sedirin karşısındaki, kumaşı eprimiş koltuğa oturunca, yaşlı kadının, öfkeden sol gözü seğirmeye başladı. Neyse ki, Bekir'in babası sağduyulu, bir adamdı da, "Hoşgeldiniz, efendi," diyerek ortamı ılımanlaştırdı. "Hoşbulduk," diye tınladı Ali'nin babasının davudi sesi, "insandan yüz çevirmeyen kapınızdan her daim mutluluklar girsin." Kısa bir durgunluk oldu. Bekir'in annesinin tahta döşemede gıcırdayan ayak sesleri duyuldu. Tepside getirilen çaya şeker katık edilirken, sessizliği bozan Ali'nin babası oldu: "Sözlerim yanlış anlaşılmasın; bilin ki, elimize, belimize olduğu kadar, dilimize de sahip çıkarız. Lakin, çocuğumun bir hatası mı oldu? Duydum ki, oğlunuzla arkadaşlık etmesinden yana değilmişsiniz." Bekir'in babası, karşısında duru, dingin bir sesle konuşan bu yabancı adamın mayasının sevgiyle yoğrulu olduğunu sezmişti. Tanımadığı bir aileyi gücendirdiğini kavrayarak, ayıbını örtecek bir yanıt bulmaya girişti. Ancak, söz almakta gecikince, sazı eline alan, nine oldu: "Küçüğün bir yanlışını görmedik, gönlünüzü ferah tutun. Ancak, öğrendiğimize göre, geleneklerimiz farklıdır; anlaşamazlar, çatışırlar, birbirlerini kötü etkilerler." Ali'nin babasının esmer yüzüne bir gülümseme yayıldı; bitişik kaşlarının yanıltıcı sertliği eridi gitti: "Beni evinize kabul ettiniz, çayınızı esirgemediniz, üstelik sözlerimi dinlemektesiniz. Bana kalırsa, siz de saygıdan, sevgiden yanasınız. O halde farklılık nerede? Siz benim sözüme kulak verip, ben sizin dilinize itibar ettiğime göre, kanımca, hepimiz çözümü insanda aramaktayız. Bu evde insanca biraraya geldiğimize göre, camiye ya da ceme gitmişiz, ne fark eder?" Nine, adamın sözlerinin çoğunda haklı olduğunu bilse de, huysuzlandı: "Baz bazla, kaz kazla, kel tavuk topal horozla demişler, a oğlum, işitmedin mi hiç?" Ali, nine her ağzını açışında, Bekir'i bir daha görmeyecekmişcesine korkuyordu. Çocuğun ürkekliğine karşın, baba alabildiğine yiğit, alabildiğine mertti. "Anacığım, sen de bilirsin ki, baş nereye giderse, ayak da oraya gidermiş. Horgörüdense, hoşgörü yeğ değil midir? Biz, 72 millete bir nazarla bakarken, siz kardeşinize kucak açsanız çok mu?" Nine, çayından büyükçe bir yudum alıp, doğru bildiğinde diretti: "Zorla güzellik olmaz." Ali'nin babası kolay vazgeçeceğe benzemiyordu: "Mermer iyi taştan, iyilik iki baştan. Bırakalım da bu çocuklar gönüllerince dostluk etsinler." Nine, bardağı taşıran son sözleri yuvarlayıverdi ağzından: "Sizin hiç eşiniz dostunuz yokmu? Ne diye Bekir'de diretirsiniz anlamadım." Çocukların kaçamak bakışları arasında, kaşları bitişik, esmer adam, izin istedi. İzin sizindir dendi, babalar el sıkıştı, kapı örtüldü.

İnsanın, insanla olan derdiyle o akşam tanıştı, Ali. Büyüyüp de, yaşama kendini enikonu kaptırınca, daha nice insanla, nice dertle çarpıştı. Ama, bereket, o akşam babasından, atasından, derde nasıl deva olunacağını öğrenmişti. "Saklanma, saklama, kendini bil, ama öfke bilenme... Geçmişini, geleneğini öğren; Pir Sultan'a, Hacı Bektaş'a yaraşır bir oğul ol... Sevgisizliğin yaban otunu anız diye yak, sevginin tohumunu ek... Bir vakit sonra, bakmışsın, kara karga bile tohumunu yemeğe gelmiş. Hasadı sana bir ömür yeter," demişti babası, eve vardıklarında. Ali de, nine karşısında ağırbaşlılığından, kimliğinden ödün vermeyen babasına, zamanla daha da köklenecek bir saygı beslemişti, yumruk kadar yüreğinde. Geçen bir hafta içerisinde, Fatiha suresini yine ezberleyememişti. Ama ne yapacağını bildiğinden, üzüntüye kapılmadı. Babasının öğüdüyle, bu sıkıntının üstesinden gelmesi işten bile değildi.

Ertesi gün, Kenan Öğretmen, dersin bitimine doğru, Ali'ye duayı öğrenip öğrenmediğini, Bekir ile çalışmalarının nasıl geçtiğini sordu. Ali, Bekir'e uzanan sevecen bir gülümsemeyle, duayı öğrendiğini söyledi. Sınıf arkadaşları şaşkınlıktan gözlerini açmış, Bekir'in avuçları terden, sırılsıklam olmuştu; acaba arkadaşı duayı baştan sona okuyabilecek miydi? Öğretmen, eliyle, masasının yanındaki boşluğu işaret etti. Ali, burnu yenmiş yoksul ayakkabılarından beklenmeyen çevik adımlarla, sınıfın önüne çıktı. Boğazını temizledi, gözlerini kapadı ve duayı okumaya başladı: "Hamd; O, alemlerin Rabbi, O Rahman, Rahim, O, ahiret gününün maliki Allah'ındır..." Ali'nin dudaklarından dökülen Türkçe sözcükleri duyunca, arkadaşlarının şaşkınlığı bir kat arttı. Oysa Kenan Öğretmen şaşırmışa benzemiyordu. Ali'nin sözünü kesmeden, duayı dinledi. Çocuk susup da, gözlerini açınca, "Aferin, Ali. İyi çalışmışsın; duanın anlamını kavramışsın," dedi. Küçüğün, yüzü aydınlandı, içini, kıpır kıpır bir mutluluk sardı. Öylesine mutlandı ki, aynı günün akşamı, anasının tel dolabın dibinde sakladığı kavanozu çıkardı, sıkıladığı kar toplarına pekmez döküp, gönlünce yedi.

Elinde çay bardağıyla, anılara dalan ellilik Ali'nin damağında pekmez tadı gezindi. Yutkundu; sekiz yaşındayken vardığı "farkındalığın" bilinciyle gülümsedi. Çocukluktan çıkıp, ergenliğe adım attığı ve yel gibi esip geçen gençlik yıllarında, çeşit çeşit insanla tanışmıştı. Çoğu, Kenan Öğretmen gibi aydın değildi; farklılığa tahammülleri yoktu; bilmediklerinden korkuyorlar, korktuklarına saldırıyorlardı. Görmeyen göz, yalnız nineninki değildi ki; kimi zaman, devlet baba da ama oluyor, insanını unutuyordu. Yaşam zordu; insanlar daha da zorlaştırıyordu. Ama ne varsa, yine o insancıkta vardı. İşte bu yüzden, Ali, aralarına karıştı. Kimisiyle kaynaştı; berisiyle yordamınca anlaştı. Ama, yüz çevirene bile sırtını dönmedi, elini uzattı. Herkes, candı. Hasat zamanı yakındı. Mahalle camisinin imamı Bekir, cemevinin açılışındaki semahta, dost omzunu, Ali'ye yaslamamış mıydı?







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Kısa Öykü Yarışması İkincisi:


Tülin Çetin

UYUSUN DA BÜYÜSÜN


Sınıflarına girdiğim ilk derste dikkatimi çekmişti. Cam kenarında, arkadan ikinci sırada oturuyordu. Boyu küçücüktü. Uzun boylu bir çok öğrenci ön sıralarda oturduğu için tahtayı göremiyordu. Adını sordum. Uzun kara kirpiklerini kaldırıp, yüzüme baktı. Adını sorma sebebimi merak etmişti. Yanlış bir hareket yapıp, yapmadığını sorguluyordu küçücük kafasında:

"-Selim." dedi, ürkek bir fısıltıyla, sonra da başını önüne eğdi. Utanmıştı. Esmer, kara kaş, kara göz, saçları üç numara tıraşlı, yuvarlak yüzlü, zayıf, kısa boylu bir çocuktu.

"-Oradan tahtayı göremezsin, sınıf öğretmenine söyle, yerini değiştirsin." dedim.

"-Peki öğretmenim." dedi, rahatlamış bir ses tonuyla. Yerine otururken, öğretmenden ilgi görmüş olmanın verdiği mutluluk gözlerinden okunuyordu. Muzaffer bir edayla etrafına bakınıyordu. Temiz pak giyinmişti. Kitabı ve defteri güzelce kaplıydı.

Orta birinci sınıftaydı. Ben de tarih derslerine giriyordum. İlk ders her zaman olduğu gibi, tanışmayla geçmişti. Sonraki günler derse başladık. Haftanın iki günü ilk saatler Selimler'in sınıfına dersim oluyordu. Ama ne gariptir ki, ne zaman derslerine girsem, on-onbeş dakika sonra Selim, uyuklamaya başlıyordu. Yedi yıllık öğretmendim. Zaman zaman uyuklayan öğrencilerle karşılaşmıştım, ama böylesini ilk kez görüyordum. İstisnasız her ders uyukluyordu. Gözleri kapanıyor, açık tutmaya çalışıyor, ama nafile. Başı düştüğünde, kendine geliyor, bir süre kendini zorlayıp, uyanık duruyor, sonunda uykuya yenik düşüyor, yine gözleri kapanıyordu. Bu olaya artık alışan arkadaşları, öğretmenin ona baktığını gördüklerinde, dirsekleriyle dürtüklemekten tutun da tekmelemeye kadar çeşitli ikazlarla uyandırmaya çalışıyorlardı Selim'i.

Ben de önceleri, genel ikazlar yapıp, uyku saatlerine dikkat etmeleri gerektiğini anlattım. Sonraları, özellikle Selim'e sorular sorarak, uyanık kalmasını sağlamaya çalıştım. Başaramadım. Benim dersim ilgisini çekmiyor olabilirmiydi? Şimdiye kadar benim dersimi sevmeyen, sıkılan öğrenciye rastlamamıştım. Çünkü tarihi, kitaplarda yazdığı gibi kuru kuru bilgi olarak değil, büyük devlet adamlarının başlarından geçen ilginç ve komik olaylarla, anekdotlarla süsleyerek, anlatırdım. Olayların hangi tarihlerde olduğunu değil, sebeplerini, sonuçlarını, toplumları nasıl etkilediğini öğretmeye çalışırdım. Öğrencilerim de bu masallı, fıkralı tarih derslerini iple çekerler, anlattığım olayları evlerinde ailelerine de anlattıklarını söylerlerdi. Bir çok aile de çocuklarının, tarih dersinde öğrendiklerini evde kendilerine anlatmasından duydukları mutluluğu, dile getirmişlerdi.

Sınıfa giren diğer öğretmenlerle görüştüğümde, Selim'in diğer derslerde de uyukladığını üzülerek öğrendim. Öte yandan, biraz da rahatlamıştım. Benim dersimden sıkıldığı için uyuklamadığı ortadaydı. Başka bir sebebi vardı ama neydi? Çok merak ediyordum. Bu kadar küçük bir çocuğun, bu kadar uykusuz kalmasının sebebi ne olabilirdi? Bu düşüncelerle sabahı zor ettim.

Okula gider gitmez, Selim'i çağırdım. Korku ve telaşla koşarak yanıma geldi. Uzun kara kirpiklerini kaldırarak, merakla yüzüme baktı:

"-Beni çağırmışsınız öğretmenim?" Gözleri yine uykuluydu.

Ders zili çalmış, herkes derse girmişti. Öğretmenler odasında, karşılıklı oturup, konuştuk. Her şeyi anlattı Selim. İlkokulu bitirdiğinde, birtakım adamlar, Selim'in babasına gelmişler, oğlunun iyi okuyup, başarılı olabilmesi için, yatılı okuması gerektiğini, kendilerinin açtıkları erkek yurdunda, çocukların başarılı olması için uğraştıklarını, her şeyin öğretmen denetiminde olduğunu, çalışma satlerinde öğretmenlerin, çocuklara yardım ettiğini, okuldaki her sorunla kendilerinin ilgileneceğini anlatmışlar. Kendisi okumadığı için, oğlunun okumasını isteyen babası da, gidip yurdu görmüş, beğenmiş. Böylelikle Selim'in yurt hayatı başlamış. Karşılığında da her ay hatırı sayılır bir para ödüyormuş Selim'in babası. Ödevleriyle ilgilenip, yardım edilmesi hoşuna gidiyormuş Selim'in, ama bir de sabah namazına kalkmak olmasa...! İşte uykusunu alamadığı için derslerde uykusu geliyor, ders dinleyemiyormuş. Hele de soğuk suyla abdest almak yok mu? Elleri ayakları donuyormuş...! Evini, annesini, kardeşlerini çok özlüyormuş. Duyduklarıma inanmakta zorlanıyordum. Çok şaşırmış, daha da fazla üzülmüştüm. Ama, yıkıcı darbe sonradan gelecekti.

"-Selim, siz hangi köydensiniz?" diye sordum. Kasabaya çok mu uzaktılar acaba?

"-Biz köyde oturmuyoruz, öğretmenim." dedi.

"-Nerede oturuyorsunuz?" diye sordum.

"-Aha, yurdun orada!" dedi, eliyle göstererek. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu, ne diyeceğimi bilemiyordum. Selim'in Babasının köyde tarlaları varmış. Onları ekip biçiyormuş. Ama evleri, kaldığı yurda yüz elli metre mesafede, yani kasabadaymış. Buna rağmen, hafta arası eve gitmesine izin vermiyorlarmış. Okuldan çıkıp doğruca yurda gidiyormuş. İşin iç yüzünü öğrenmiştim. Selim'i babasıyla görüşmek istediğimi söyleyerek sınıfa yolladım. Allak bullak olmuştum. Bu kadar küçük yaşta, anne baba sevgisine muhtaç bir çocuğu, kendi evinden okula gidip gelme olanağı varken, nasıl olup da bir yurda bırakabiliyorlardı? Hem de üste bir sürü para vererek! Üstelik evlerine bu kadar yakın olduğu halde, çocuklarını, ancak hafta sonları görebildikleri bir yurt! Zorla dini eğitim verilip, ibadet ettirilen bir yurt!

Ertesi gün Selim'in babasını beklerken, velisi olduğunu söyleyen, badem bıyıklı bir adam geldi. Sonradan yurt müdürü olduğunu öğrendiğim kişi, sessizce beni dinledikten sonra:

"-Çocukların okul dışında yaptıkları sizi ilgilendirmez, hocam, bu işleri de çok fazla kurcalamayın, başınızı derde sokarsınız. Bu ülkede yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu Müslüman. Çocukların dinini öğrenmesine karşı mı çıkıyorsunuz? Ne biçim müslümansınız siz?" dedi, yılışıkça sırıtarak. Küçücük çocukları, sabahın köründe, zorla namaza kaldırıp, onların gencecik beyinlerini, çağdışı, ortaçağ kalıntısı fikirlerle doldurdukları yetmiyormuş gibi, utanmadan bir de beni tehdit ediyor, dini inançlarımı sorguluyordu. Bu cesareti nereden buluyor, nasıl bu kadar pervasız olabiliyordu?

"-Siz beni tehdit mi ediyorsunuz? Öncelikle ben cami hocası değilim, öğretmenim. Benim dini inançlarım sizi ilgilendirmez. Bu yaptığınızsa kanuna aykırı. Kimseyi, hele ki küçük çocukları ibadet etmeye zorlayamazsınız. Sizi şikayet ederim. Çocuk uykusunu alamadığından, bütün derslerde uyukluyor." dedim. Sinirden ağzım, çölde günlerdir susuz kalmışçasına kurumuş, elim ayağım, karda yürümüşçesine buz kesmişti.

"-Bundan sonra uyumaz. Zaten biz onu zorlamıyoruz, kendi isteğiyle namaz kılıyor. Siz de üstünüze vazife olmayan işlerden uzak durun, yoksa kim kimi şikayet ediyormuş görürsünüz." dedi. Gitmek üzere ayağa kalkmıştı.

"-Benim muhatabım siz değilsiniz, ben bu meseleyi Selim'in babasıyla görüşmek istemiştim zaten, sizinle değil." dedim, küçümseyerek.

"-Onun velisi benim, babası bütün yetkiyi bana verdi." dedi. Galibiyet golünü atmanın verdiği mutlulukla, kasıla kasıla çıktı gitti, badem bıyıklı yurt müdürü!

Yurt müdürüyle aramızda geçen bu gergin konuşmadan sonra, küçük Selim'in durumunun ne kadar acıklı olduğunu daha da iyi anlamıştım. Bu adamın, yurttaki olayları bana anlattığı için Selim'i dövebileceğini bile düşünüyordum. "Farkında olmadan çocuğu zor durumda mı bırakmıştım?" Bu düşünceler, kafamın içinde küçük bir kedi yavrusunun oynayarak dolaştırdığı, ip yumağı gibi karmakarışıktı.

Ben de okumak için küçük yaşta, evimden ailemden ayrılmıştım. Ayrılığın acısını, hele ki küçük yaşta evden ayrılmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Eski yaralarım depreşmiş, evdeki son gecem aklıma gelmişti. Sivas'a yakın bir köyde oturuyorduk. Köyümüzde ortaokul olmadığı için, Sivas'ta oturan dayımın yanında okuyacaktım. Okumayı çok istiyordum. O geceye kadar, okumaya gideceğim için çok sevinip, bütün günlerimi oynayarak, eğlenerek geçirmiştim. Oysa şimdi ayrılık acısı, içime zehirini atmaya hazır bir engerek yılanı gibi çöreklenmişti. Evden, annemden, babamdan, kardeşlerimden ayrılacağım için, çok üzülüyordum. O akşam yakın akrabalar bizim evde toplanmıştı. Alt kattaki büyük odada oturuyorduk. Odanın bir duvarı boyunca uzanan yüksekçe sedirde, dedem, amcalarım, babam, büyüklük sırasına göre oturmuşlardı. Odanın diğer duvarlarının önünde bulunan minderlerde de kadınlar dizilmişlerdi. Biz çocuklar da ortalarda, ya da annelerimizin yanında oturuyorduk. Büyük odada yerler, hiç boşluk kalmayacak şekilde halılarla kaplanmıştı. Bahçeye bakan duvarda küçük bir pencere vardı. Üstünde iki çiviyle tutturulmuş bir perde sallanıyordu. Dedemlerin oturduğu divanın arkasındaki duvara bir halı asılmıştı. Halıda, dört nala giden bir at ve üstünde güzel bir kızı kaçıran kara yağız bir delikanlı vardı. Arkalarında da onları kovalayanlar. Yandaki duvarda da üç büyük resim asılıydı: Atatürk, İsmet İnönü, Hazret-i Ali. Üçünü de çok severdik. Benimse aile içinde özel bir yerim vardı. Çok güzel kitap okurdum. Kurtuluş Savaşıyla ilgili kitaplar, Atatürk'ün hayatı, Hazret-i Ali'nin cenkleri, On iki İmamlarla ilgili kitaplar ve daha neler neler... Ne zaman üç, beş kişi bir araya gelse hemen beni çağırırlar, ben de onlara bütün bu kitaplardan bölümler okurdum. Küçük büyük demeden, herkes huşu içinde dinlerdi beni. Ben de okudukça coşar kendimden geçer, okuduklarımı anlatan el kol hareketleri, ses tonumdaki değişikliklerle adeta bir tiyatro oyunu oynuyormuşçasına, heyecanlanırdım. İşte okuduğum bu tarihi kitaplar, üniversitede tarih bölümünü seçmeme sebep olmuştu.

Başköşede oturan dedem, çayından bir yudum alarak bana döndü:

"-Eee, Ali, şimdi bize kim kitap okuyacak? Kitap okuyacak çok, ama senin gibi okuyan yok." dedi.

"-Tatillerde gelirim dede, hem size yeni kitaplar da getiririm." Dedim. Hoşuna gitmişti. Gevrek gevrek güldü.

"-He ya, yeni kitaplar getir bize. Okumak gibi var mı oğul?" dedi. Başını resimlerin asılı olduğu duvara çevirdi. Eliyle Hazret-i Ali'yi göstererek:

"-İşte Allahın Aslanı. 'Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum' demiş. İşte büyük Atatürk'de, arap harflerinin yerine yeni harfleri getirdi de okumak daha kolaylaştı. Arap'lardan gelen ne varsa silip attı. İşte İkinci Reis-i Cumhur İsmet İnönü. Her ne kadar yobazlar "Geldi İsmet, kesildi kısmet" deseler de, memleketimizi milyonlarca insanın öldüğü, Büyük Cihan Harbinden korudu. Hepsi birer aslan parçası, hepsi milyonları peşinden sürüklemiş, tarih yazmışlar. Onlardan öğreneceğin çok şey var. Dürüst ol! Çalışkan ol! Hepsinden önemlisi insanları sev! İnsanları severken hiç bir şart arama! Mezhep farkı gözetmeksizin sev! Hele ki din, herkesin kendini ilgilendirir. Allah ile kul arasındadır. Kimsenin dinine karışma. Eline, diline, beline sahip ol!" dedi.

Dedemin o akşam söyledikleri, kulağımdan hiç gitmedi. Hayat felsefem oldu. Orta okulu bitirdikten sonra da parasız yatılı sınavlarını kazanıp, liseyi ailemden yüzlerce kilometre uzakta okudum. Sonra da üniversite yılları derken bir de baktım öğretmen olup göreve başlamışım. Ailemden, memleketimden uzak geçirdiğim, bütün bu yıllar boyunca başımdan geçen olaylar, her defasında bana dedemin o son akşam söylediklerini hatırlattı. Doğru dürüst okula bile gitmemiş olan sevgili dedeciğim, ne kadar aydın, insanları seven, demokrat, laik bir insanmış meğer? Sadece dedem değil, bizim köyde yaşayan herkes bu düşünceleri paylaşırlar. Toplumun diğer kesimlerine kıyasla çok aydın, çok demokrattırlar. Kimseyi dini inançlarıyla değerlendirmezler. Müslümanlığı, içinde arap milliyetçiliği barındırmayan, ilerici bir biçimde yorumlamış, din ve dünya işlerini kesinlikle birbirinden ayırmışlardır. Bu ne büyük bir erdemdir! Her şeye din gözlüğü ile bakan, insanları inançlarına, mezheplerine göre değerlendiren, sözüm ona 'eğitimli' insanları gördükçe bu gerçeği daha iyi anlıyordum. İşte dedemi haklı çıkartan bir olayla daha karşı karşıya idim. Okutmak bahanesiyle aldıkları öğrencileri, kim bilir hangi tarikatın müritleri haline getirmeye çalışıyorlardı. İnsanların vicdanlarında kalması gereken dini duyguları, alabildiğine ortaya dökerek, siyasete, eğitime, gündelik hayata karıştırıyorlardı. Ah bilge dedem! Keşke bütün insanların senin gibi düşünmelerini sağlayabilsek. O zaman, ülkemizdeki sorunların büyük çoğunluğu çözülür!...

Ben bu düşünceler denizine dalmış enginlerde kulaç atarken, badem bıyıklı yurt müdürü de odasında oturmuş, sinirli sinirli Selim'in okuldan dönmesini bekliyordu.

***

O gün, okuldan dönünce, yurt müdürünün beni çağırdığını söylediler. Korkarak gittim. Kötü bir şey olmaması için dua ediyordum. Korktuğum başıma geldi! Ben kapıdan girer girmez, müdür, olanca sesiyle bağırmaya başladı:

"-Sen, yurtta olanları, okuldaki hocalarına anlatmaya utanmıyor musun? Burası bizim evimiz, evimizde olanlar burada kalır, dışarı taşınmaz! Kimseye anlatılmaz!"

Yerinden kalkmış yanıma gelmişti ki, suratımda patlayan şeyin okkalı bir tokat olduğunu anlamam, pek uzun sürmedi. Bir an gözlerimin önünde, bayramlarda, mahalle bakkalından alıp patlattığımız çata patların uçuştuğunu sandım. Ateş böcekleri gibi yanıp yanıp sönüyorlardı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kalbim yerinden fırlayacakmışcasına atıyor, bacaklarım titriyordu. Müdür durmadan bağırıyordu. Bense korkudan öleceğimi sanıyordum. Söylediklerinin hiç birini duymuyordum. Etraftaki her şey silinmişti. Duyularımı yitirmiştim sanki. Sesim de çıkmıyordu. Sadece yanağımın ve başımın zonklamasını hissediyordum. Tokadın şiddetiyle dengemi kaybetmiş, sendelediğimde başımı yandaki dolaba çarpmıştım. Kımıldayamıyordum, felç olmuştum sanki. Müdür ne kadar bağırdı? Neler dedi? Ben orada kımıldamadan ne kadar kaldım? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Son hatırladığımsa, müdürün:

"-Defol şimdi, pis ispiyoncu!" diye, itekleyerek beni odasından kovmasıydı.

Odadan çıktığımda ise göz yaşlarıma hakim olamıyor, diğer taraftan da sonbahar rüzgarına tutulmuş bir yaprak gibi tir tir titriyordum. Kendimi yatağıma zor attım.  Battaniyeyi başıma çektim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Öyle titriyordum ki çenelerim birbirine vuruyordu. Arkadaşlarım, başıma toplanmış, ne olduğunu soruyor, kolonyalar sürüp, beni susturmaya, sakinleştirmeye, çalışıyorlardı. Benimse, ağzımdan hıçkırıklar arasında "anne, anneciğim" den başka söz çıkmıyordu. Ah anneciğim, şimdi yanımda olsan, sana sarılıp, başımı, o sımsıcacık, yumuşacık, göğsüne yaslasam... Sen de o şefkatli ellerinle başımı okşayıp: "Benim oğlum, büyük adam olacak." desen her zamanki gibi, yanağımdan öpsen... Bu düşüncelerle ağlaya ağlaya uykuya daldım.

O günden sonra yurttaki rahatım iyice kaçtı. Herkes bana muhpir muamelesi yapıyordu. Özellikle de liseliler, her gördüklerinde bana "küçük ispiyoncu" diye bağırıyorlardı. Sohbetlerde ve vaazlarda ispiyonculuğun ne kadar günah olduğu ve ispiyoncuların cehenneme gideceği anlatıldı, günlerce. Bu şartlarda ders de çalışamıyordum. Okuduğum hiçbir şey kafama girmiyordu.

 

Artık iyice anlamıştım. Ben kötü bir çocuktum! Cehenneme gitmem kaçınılmazdı! Derslerim de kötüydü. Ailemin umutlarını boşa çıkartmıştım. Zaten onları da çok özlüyordum. Hele ki kardeşlerim gözümde tütüyorlardı.

O hafta sonu eve gittiğimde, kardeşlerimle doyasıya oynadım. Anneme bol bol sarılıp hasret giderdim. Pazar günü okulda veli toplantısı vardı. Toplantıya babam gitti. Çünkü tarih öğretmenimiz özellikle babamın gelmesini istemişti. Bense babam eve dönmeden yurda gitmeyi istiyordum. Babam derslerimin ne kadar zayıf olduğunu öğrendiğinde onunla karşılaşmayı hiç istemiyordum. Çünkü onun yüzünü kara çıkartmıştım. Bana kızacağını biliyordum. Eşyalarımı toparladım. Annemi ve kardeşlerimi ayrı ayrı sarılıp öptüm. Sanki onları bir daha görmeyecekmişim gibi geliyordu. Gideceğim yer iki adım ötedeki yurt olmasına karşın, çok uzaklara gittiğim hissine kapılmıştım. Kapıdan çıkmadan, anneme ve kardeşlerime, son kez görüşüyormuşcasına baktım. El salladım. Onları çok seviyordum. Hızla merdivenlerden indim. Apartman kapısından çıktığımda okul çantamı evde unuttuğumu fark ettim. Geri dönmedim. Belki de bir daha ona ihtiyacım olmayacaktı. Yurda yaklaştığımda ayaklarım geri geri gidiyordu. Oraya gitmeyi hiç istemiyordum. Hele ki derslerimin kötü olduğunu öğrendiğinde yurt müdürünün neler yapabileceğini düşünmek dahi istemiyordum. Yurda gitme, eve gitme. Nereye gidecektim ben? İsteksizce yurdun kapısından girdim. Kendimi paçavra gibi hissediyordum. Çok yorgundum. İşe yaramaz biriydim ben.

"-N'aber küçük ispiyoncu?" diye seslendi, liselilerden biri. Üstünde eşortman, ayağında terlikler, alt kattaki mescide iniyordu. Yanımdan geçerken de kafama bir şaplak indirdi. İşte yine başlıyordu 'yurt işkencesi'! Daha ne kadar sürecekti? Her geçen gün daha da fazla ağırıma gidiyordu söyledikleri. Merdivenleri çıkmaya başladım. Bir kat, bir kat daha. Yurt beş katlıydı. Benim odam üçüncü kattaydı. Bir kat daha. Sonra bir kat daha. Merdiven çıkıyordum durmadan. Ayaklarıma söz geçiremiyordum. Elimde eşyalarımı koyduğum çantamla, kendimi beşinci katta buldum. Tam önümde çatıya çıkan merdivenlere açılan kapı duruyordu. Kilitliydi. Liseliler bazı geceler sigara içmek için, çatıya çıktıklarını anlatırlarken duymuştum. Çatının anahtarı kapının yanındaki dolapta asılıydı. Dolabı açıp anahtarı aldım. Anahtar kilidin içinde iki kez döndü. Kapı açılmıştı. Merdivenleri çıkmaya başladım. Önceden programlanmış bir robot gibiydim. Hiç teklemiyordum. Elimdeki çantayı bıraktım. Artık terastaydım. Kenara doğru yürüdüm. Yarım metre kadar yükseklikte duvarlarla çevriliydi teras. Soğuk bir rüzgar 'aramıza hoş geldin' dercesine yüzümü yaladı. Aşağı baktım. Çok yüksekti. İşte evim oradaydı. Ama ben buradaydım. Niçin beni buraya bırakmışlardı? Sevmiyorlar mıydı? Bilmiyordum. Artık bilmek de istemiyordum. Hiç bir şey istemiyordum. Her şeyden kaçmak istiyordum. Kaçmak!... Çok uzaklara kaçmak!... Kimsenin, hiç kimsenin, ne babamın, ne yurt müdürünün ne de liselilerin beni bulamayacağı yerlere kaçmak istiyordum. Artık aşağılanmaktan bıkmıştım. Kurtuluşumsa orada, aşağıdaydı. Kenardaki duvara çıktım. Etrafa son bir defa daha baktım. Kendimi boşluğa bırakırken, kuş olup uçmayı düşlüyordum evimize doğru... Düşlerimin, bayram gecelerinde patlayan havai fişekler misali dağılmasını sağlayan, küçük bedenimin beton zemine çarpmasıyla çıkan tok sesi duyan, yalnızca yurt bekçisiydi.

***

Veli toplantısına gelen Küçük Selim'in babasıyla yaptığımız görüşme çok iyi geçmişti. Selim'in başarısızlığını öğrendiğinde çok üzülen babası, başarısızlığının sebebinin ailesinden ayrı, böylesi bir yurtta kalması olduğunu öğrendiğinde rahatlamıştı. Kendisinin yoksulluktan okuyamadığını, bu yüzden Selim'in okuması için elinden ne gelirse yapacağını anlattı. Uzun konuşmamız sonucunda da Selim'i yurttan almaya karar verdiğini söyledi. Okuldaki tüm öğretmenler bu habere çok sevinmiş, öğrencimizin sorununu çözdüğümüz için mutlu olmuştuk. Ta ki, "acı haber" gelene kadar...







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü:

Ali Akdemir

VELİMSENEN YÜZLER


İçinizde olmayan şiiri başka bir yerde bulamazsınız.
SHELLEY

 

Bu kışta kıyamette çocuklarım, kafeste bakıma muhtaç, kuş gibi evde bekleşiyorlar. İşsizlik içimi kemiriyor; hey hayat, bu senin suçun. Yoksulluğu yaşamak kader olmamalı; epriyen zamanda yüreğim gurbet yorgunu, daha yaşamın ilk basamaklarında tökezledim. Ey acı, üzerime seni kim üfledi.

Açlıktan midem kazınıyor, salepçi güğümü gibi bağırsaklarım fokurdayıp duruyor. Cuma salası veriliyor, namaz çıkışı cami cemaatine mendil açacağım. Hunat Camisi'nin avlusunda abdest alıp içeri giriyorum, ruhumu bu iklimde yeşertmek için belki bu da fırsat olur. Kayseri Müftüsü insanın içine dokunan sesiyle vaaz veriyor. "De ki: 'Ey ümmetim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu ben de yapacağım' En'am Suresi, Ayet 135" Tabi bu konuşmanın benim konumumla bir alakası yok, kısaca; post modern yaşamda, onu kendi özüne uygun bir biçimde değerlendir demek istiyor.

Cemaatle birlikte farzı kılınca oyalanmadan hızlıca çıkıp, karın üzerine aldan mora renkleri olan ekose mendilimi seriyorum. Sokak çocukları gibi üşüyorum, mendilin karşısına geçip çömeldim. Yüreğimde kuzuların sessizliği, bu ayazda utancımdan yüzümün kızardığını hissediyorum. Başım önümde. "Çocuklarım aç. İşsizim. Lütfen yardım edin" diyorum. Bu yakarışım, dilencinin kurduğu tuzak gibi değil, ben yüreğimi açıyorum. Buz gibi soğuk havada alnım da terler tomurcuklanıyor. Para atanlara başımı kaldırıp teşekkür bile edemiyorum. Kader utansın, bu yaşta cami önünde mendil açmak da varmış.

Gel çarem... Bektaşi düşlerim ipekten, imgelerim kadifeden olsun istedim. Ey İçimi velimseten Hacıbektaş bir bilsen, şimdi Anadolu'mun nuru yeryuvarımın süruru oldun. Özgürlüğe çıkan yola kucağından yürüdük. İzin ver hayat, yürümek benim de dileğim. Ey Allah'ım, bana yardım eden bu güzel insanların gönüllerini hoş tut.

Eve dönerken marketten beş kilo patates, üç paket makarna ve on ekmek aldım. Yağan kar, beyaz kelebek gibi konarken omzuma; bir an önce çocuklarımı sevindirmek için, uzun farları yakıp, Koyunbaba'ya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Şimdi daha güçlüyüm, uçuruma tutunan ağaç gibi sarılıyorum hayata. Dilenmek çok zoruma gitti, hemşehrilerimden bir gören olsaydı ne derdim? Keşke benim de bir işim olsaydı, Diyarbakır'dan İstanbul'a götürülen çocuklar gibi ben de kapkaççılık mı yapsaydım? Acılarım umutlarımı ezip geçse de, bir daha dilenmeyeceğim.

Karlı kış günlerinin kahrı çekilmiyor, sabrım; kiraz ağaçlarından sarkan kar gibi ayaza kesti. Oğlum Rıdvan'ın attığı ekmek kırıntıları serçelerin düşleri. İç insanım söküğünü dikemiyor, sarkacımda düş yok.

Kütüphaneden aldığım ve okumakta olduğum romanı bitirip komidinin üzerine koyuyorum. Keşke ben de onun gibi olabilsem; öyle insanlar kaldı mı, bu yeryuvarda? Yozlaştıkça değerlerimiz yok olup gidiyor.

İnsanlar çıkarlarının peşinde koşarlarken, Hacı Bektaş Veli'nin işi gücü kendisiyle olmuş. O kendini yoklamış. Asırlar öncesinden Persius: "Kimse kendi içine inmeye çalışmaz" derken, Montaigne: "Kendi içimde yuvarlanıp gidiyorum" der. Hacı Bektaş Veli ise; "Ne ararsan kendinde ara" diyor. İyilik ve kötülüğü dışımızda aramayalım. Kötülük, iç oylumlarımıza tüneyip, ciğerlerimize işlemiş. Onu, Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi ermişlerin Anadolu ezgili kavalı suya indirebilir.

Form doldurduğum fabrikalardan da ses çıkmadı, yataktan kalkıyorum. Bu gün eve muhakkak ekmek getirmeliyim; Döne, konudan komşudan ekmek bulamazsa, çocuklar açlıktan ölecek. Biliyorum, hayat sabrımı sınıyor, kıdemli acılarım aklımı çeliyor. Ciddi ciddi var olma adına, hırsızlık yapmayı düşünüyorum. Ne yapmalıyım? Elime yüzüme bulaştırmadan nerede, nasıl yapabilirim? Bu konuda hiç tecrübeli de değilim, bir yardım edenim bile olmayacak.

Marketten çıkan insanlara ve ellerindeki çantalara bakıyorum. Yere bıraktıklarında dalgınlıklarından faydalanacak, çantayı kaptığım gibi hızlıca akşamın karanlığına sızacağım. İşsiz adamın şeytanı kendisiymiş. Zaman akıp gidiyor, bana bir türlü fırsat doğmuyor. Ayaza kapılan sesim dondu, üşümeye de başladım. Elli altmış yaşlarında, iyi giyimli bir beyin, marketten çıktığını gördüm. Her iki eli çantalarla dolu, Gevher Nesibe Parkına doğru yürüyor, beyefendiyi gözüme kestirdim; tam benlik. Cam gibi parlayan karın üzerinde kaymamak için yavaş yavaş yürüyor. Yakınımızda kimseler yok, ava giderken avlanmak da istemiyorum.

Mersedes arabasının arka bagaj kapısı önünde durdu, çantaları yere bıraktığı anda elimdeki Sürmene bıçağını arkadan böğrüne dayadım.

-Bak aga, açım. İşsizim. Bunları bana bırakıp, arabana binip gideceksin.

-Tekrar markete gidelim. Ne istiyorsan alayım.

-Şansını zorlama, hadi bin.

-Dinle.

-Sen ölümüne mi susadın? Sana arabana bin git diyorum.

O arabasına binerken, çantaları kaptığım gibi parkın içindeki ağaçların arasına daldım. Parktan Hastane Caddesine çıkarken, arkama dönüp iyice baktım, peşimden gelen kimse yoktu. Bir yüzüm Tuncelili, karanlıkta kalan yanım hayatın çapraz ateşinde, az sonra gecenin soğuk dişleri içime işleyecek.

Esentepe dolmuşuna binince derin bir nefes alıyorum, Allah'a bin şükür kazasız belasız kurtuldum. Ellerimdeki utanç çantalarında ne var, ne yok ise bakıyorum. İçimde kötü bir his var, düşlerim kırılacak günüm kanayacak gibi geliyor bana. Ne zaman kendimi böyle hissetsem, umduğum kötü şey başıma geliyor.

Terminale geldiğimde, polis ekibinin dolmuş ve otobüsleri durdurup aradıklarını gördüm, birden heyecanlandım. O beyefendiye görünmeden dolmuşa bindiğimi sanıyordum. Fransız Filozofu Alain ne demiş? "Hayatları boşalmış, işsiz kalmış insanlar ölümden korkarlar." Ben de korkuyorum, korkunun da ecele faydası yok.

Çantalarını çaldığım beyefendi de polislerle birlikte dolmuşa biniyor, sıkışıklıktan oturuyormuş gibi yere çömeldim. Yanı başıma gelince durdular.

-Devekuşu gibi saklandığını mı sanıyorsun? Dinel bakalım! Dedi polis. Beyefendi ile göz göze geldik.

-Memur Bey, çantalarımı zorla alan bey bu.

Sesini kaybeden türkü gibiyim, hiç konuşmadan başımı önüme eğiyorum. Apar topar polis arabasına bindiriyorlar, gıkım bile çıkmıyor. Suçluluk duygusu denilen şey bu mu? Pişmanlıklarım dalga dalga, vay benim salak aklım. Güya en kolay olanını seçmiştim. Bu saatten sonra ne yapabilirdim? İçeri atarlarsa, aileme kim bakacak? Koskoca kentte bir hemşehrim olmadığı gibi daha arkadaş da edinemedim. Paylaşanın olmazsa, dert düştüğü yerde harman olur.

Biz, polis arabasıyla karakola giderken, beyefendi de Mersedes marka otomobiliyle peşimizden geldi. Koluma giren polis ifademin alınacağı odaya götürdü.

-Adın ne?

-Cafer Tayyar Erdoğan

-Nerelisin?

-Tuncelili

-Bayram Danacı'ya bıçak dayayarak elindeki çantaları gasp etmişsin. Doğru mu?

-Çocuklarım evde aç ekmek bekliyor, işsizim. Mecbur kaldım. Özür dilerim.

Ben nasıl bu badirenin altından kalkarım? İçimde kızılca kıyamet kopuyor, memura yalvaran gözlerle bakıyorum. Bedenim, sanki un ufak oldu, dizlerimde derman kalmadı derken, olduğum yere yığılır gibi oturuyorum. Kaloriferler yanıyor, içerisi sıcak; yerler tertemiz, bal dök yala. Polis dışarı çıkmıştı ki, az sonra geri geldi.

-Komiser Bey, seni çağırıyor.

Kolumdan tutarak beni komiserin odasına götürdü, Bayram Bey'de içerde oturuyor. Komiser, kaşlarını çatmış tüm ihtişamıyla gözlerini üzerimde gezdiriyor.

-Çarşının orta yerinde zorla, kentimiz eşraflarından sanayi odası başkanlığı da yapmış Bayram Danacı Bey'in alış veriş çantalarını gasp etmişsin, doğru mu?

Sözcükler boğazımda düğümleniyor, teli kırık keman gibi ses çıkaramıyorum.

-Vallahi Komiser Bey, evde iki çocuğum ve karım aç. Ben beş aydır işsizim. Ne yapayım? Bir eşekliktir yaptım. Beni affedin...

-Olmaz oğlum. Burası dağ başımı?

Hüzün içime çöktü, önce yüreğim ağlamaya başladı, ardından gözlerim. Ağlarken bir yandan da konuşuyorum.

-Özür dilerim efendim. Bu kente yeni geldim, arkadaş ve dost da edinemedim. Çocuklarım açlıktan ağlayınca da, dayanamadım. Bir hata ettim, lütfen affedin.

Yüzüm, içimin dalga kıranı yüreğim, rüzgarda savrulan yulaf gibi, tarifsiz acılarla yırtılıyorum. Gururumun incinmesine aldırış etmiyorum. Bedenim, taze gelin gibi süzülse de, kendimi soytarı gibi hissediyorum. Hey hayat, bu kimin suçu?

Bayram Bey, beni iyice dinledikten sonra, bir şey söyleyecek gibi komisere baktı.

-Komiserim, ben davacı değilim. Sanırım doğru söylüyor, mümkünse bu iş burada kapansın. Tabi, sizin için bir sakıncası yoksa.

-Olur, Bayram Bey.

-İhtiyacı varmış, benden aldığı çantaları da evine götürsün.

Bana uzanan el gibi, sıcak ve yürekten bakıyorum ona. Minnettarlığımı bildirmek için ayağa kalkıyorum.

-Efendim, teşekkür ederim.

Eline sarılıyorum. öptürmek istemiyor. Ama, ben tuttuğum eli öpüyorum. Sen osun, velimsediğim insan demek geçiyor içimden, nutkum tutuluyor. Benim doğulu kılıfımı horlamadı, yaramı iyilikle sarıyor. Sait Faik'in söylediği şu söz aklıma düşüyor. "Her şey insanı sevmekle başlar." Ne kadar da güzel söylemiş, bundan böyle ben de insanlara sıcak bakacağım. Memur, beni alıp odasına götürüyor. Nüfus kağıdımdaki bilgileri ve adresimi bilgisayara kayıt etti. Sanırım, bundan böyle Demokles'in kılıcı gibi üzerimde duracaklar.

Alışverişi benim için yapılmayan çantalarla karakoldan ayrılıyorum. Yaşam savaşları insanın içini acıtıyor, bitkin ve yorgun durumdayım. Hayatım boyunca evime bu kadar çantayla gitmemiştim, kapıyı çalarken içimde garip bir burukluk var.

Eve geleli yarım saat kadar olmamıştı ki, kapı çalındı. Kalkıp açtım, karakolda gördüğüm polisleri tanıdım. İçeri davet etmeme karşın girmediler, içeri bakıp gittiler. Zaten görebilecekleri ne var? Ruhuma baksalar, Koyunbaba çukurunda debelenip durduğumu görürler.

Ertesi gün saat on iki gibi olmasına karşın, Erciyes'in koyağından yırtılan rüzgar içimi savurduğu için yataktan kalkamadım. Döne başucuma Ali Dağı gibi dikildi.

-Evin önünde bir araba durdu. Kalk hadi, adam kapıya geliyor.

Pijamalı halimle kalkıp kapıyı açıyorum. Kapıdaki adam:

-Cafer Tayyar Erdoğan sen misin?

-Benim.

-Ben, Bayram Danacı Bey'in şoförüyüm. Seni fabrikaya götürmeye geldim.

-Bekle. Giyinip geliyorum.

Dedim. Hayatın ne garip cilvesi, işe girmem için beni evden alıyor. Yumruğumu sıktığım kent beni yaşamına katıyor.

Şoförle birlikte Bayram Bey'in sekreter odasına giriyoruz.

-Cafer Bey'i Patron çağırdı. Ben gidiyorum, sen görüştürürsün.

-Tamam, Emin Bey.

Bundan böyle yaralı yıllarım gerilerde kalacak, ılgım ılgım ay vuracak yüzüme; güneşin zaptı yakın. Duygularım kabarıyor, ruhum başka aleme açılıyor.

Bayram Bey'in odası boydan boya halılarla döşeli, portakal bahçesi gibi kokuyor. Duvarlar fabrikanın açılışını yapan Süleyman Demirel ve bakanların çerçeveli fotoğraflarıyla dolu. Bayram Bey, koltuğunu tam doldurmuş; gülen gözlerle bakıyor, yanına yürüyorum. Eline sarılıp öpüyorum.

-Cafer, hoş geldin. Geç şöyle otur.

-Nasılsınız efendim?

-Sağ ol. Fabrikada çalışırsın değil mi?

-Evet efendim.

Telefonunu kaldırıp tuşa basıyor. İçimden; umutlarımı biçme vakti geldi, diye geçiriyorum.

-Kızım, bana Ümit Bey'i bağla.

-Ümit Bey, sana birini gönderiyorum. Uygun bir işe yerleştirdikten sonra, beni de bilgilendir.

Telefonu kapayınca bana döndü.

-Hadi hayırlı olsun.

-Efendim, çok teşekkür ederim.

Elini öperek odadan çıkıyorum. Atalarımız ne demiş? Et iyilik at denize, balık bilmezse halik bilir.

Fabrikadan eve dönerken mutluluktan uçuyorum, bu güzel haberi Döne'ye söylemek için sabırsızlanıyorum. Düşlerim, iki sözcük ötedeymiş, yarınlara uçacak kuşum doğmuş. Bundan böyle düşlerimi diri tutacağım.

Yüreklerimiz derinliklerde ise, hele yanınızda da taşımıyorsanız, dostluğu bilemezsiniz. Merhamet öğretilmez, zamanla edinilir.







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Serbest Vezin Şiir Yarışması Birincisi:

Nazım Salık

HACI BEKTAŞ DESTANI


-Konmamış olsa da sözcüğün adı, Laikliği o gün Hacı Bektaş yazdı.

Bir koca güvercin

Rengi süt ak

Gelişi Horasan'dan

Gözleri ışıl ışıl

Kanatları narin

Uzun bir süre

Kanat çırparak

Uçtu Anadolu göklerinde

Döndü / dolaştı

Şafağın alına boyandı gövdesi

Kanatlarının biri Ay

Biri yıldız oldu

Yükseldi bulutların üstüne

Bayraklaştı



Bir koca güvercin

Kanatları süt ak

Çağın aydınlığı gözlerinde

Uçtu Kızılırmak boyunca habire

Selam durdu börtü böcek

Selam durdu karınca

Suluca Karahöyük'e varınca

Kondu bir pınarın başına

Uzun uzun Türkçe öttü

İçti Anadolu suyunu kana kana

Bir muştu oldu yarınlara



Bir koca güvercin

Kanatları süt ak

Gövdesi al

Sardı yöresini bir yığın avcı

Bir sürü çakal

Bağırdılar / yırtındılar

Pabuç bırakmadı güvercin

Sıçradı bir ağacın dalına

Dal uç verdi / uzadı

Konuk oldu tüm Anadolu'ya

Silkindi o koca güvercin

Birden "İNSAN"laştı

Bundan böyle artık o

Adı gönüllere kazınan

Ulu pir HACI BEKTAŞ' tı



Bir ulu kişi

Bir ulu pir

Yazdı öğretisini o kutsal eliyle

Koydu başlıkları bir bir:

Hoşgörü

Sevgi

Barış

Sözcükleri ak

Dili pak

Çizdi yürünecek yolu

Ne çalı / ne çırpı

Ne diken / ne taş

Topladı düşkünü / yoksulu

Gözlere fer

Yaraya derman oldu

Sildi gönüllerden pası / nefreti

Eğildi önünde padişahlar

Yazdığı o kutsal öğreti

Şahlara ferman oldu



Bir ulu kişi

Bir ulu pir

Mermisi söz

Silahı sazdı

El verdi Anadolu'ya

Dil verdi

Türkü türkü okudu insanı

İnsanın alnına emeği yazdı



Bir ulu kişi

Bir ulu pir

Bir ulu hekim

Sildi yüreklerden sancıyı

Sevgiyi doldurdu tasına

Bir tuttu yerliyi / yabancıyı

Sömürene / ezene

Başkaldırdı / direndi

Koştu yoksulun çağrısına



Bir ulu kişi

Bir ulu pir

Eli / yüzü ak

Varsıl / yoksul ona bir

Bağnazlık ondan ırak

Bir toplum Sulucakarahöyük'te

Bir ilk

O günden sonra

Bir ağabeydi Alevilik

Bir kardeş daha geldi dünyaya:

Bektaşilik



Bir bedende iki can

Amaç bu dünya

Amaç insan

Ne korku yüreklerde

Ne gözlerde kin

Ne melek / ne şeytan / ne cin

Bu Ali'nin yolu kardaşım

İmece çiçekleri sarmış bir yanını

Bir yanını paylaşım

Aynı yolda herkes

Oynaya / güle

Hacı Bektaş'la başlayan bu yol

Uzar Ankara'ya

Uzar Mustafa Kemal'e...







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Serbest Vezin Şiir Yarışması İkincisi

Ali Akdemir

BENDE SAKLI


Kendine dost olan bilin ki herkese de dost olur.SENEKA.
 

Geride kalan gölgeleri kıran
özgürlüğün koyağına yuvalanan Bektaşi
çözdüm ufka çizilen efekti
gel desem herkes duyacak
iyisi mi, bana hayat balı
tadına bakılmamış duygu gönder
kucaklaşalım bir türkü ritminde
alevi/n y/aktı içim/e.

Hayata gülen gözlerle bakan
yolu sevgiden geçen eren, kapımsın
yürek hamurun dostane
felsefe taşların dağ silsilesi evrile evrile geldin
can biteği Hacıbektaş'a.

Karanlığın ucundaki ışığa
yamurlu günlerden geldin, toprak sevindi
dostluk sarkıttın gölgelerin ardına
kendinde aradın yüz yüzlü insanı.
Sevdin silahsız, savaşsız yeryuvarı
kıyıladığın özgürlüğünle rüzgarını buldun
aşk uğruna; yüreğine sığdın, Anadolu oldun
kanayan yaraya seslendin, velimsedik.

Güle sür yüzünü, o söylesin
düşlerin tanelenip salkıma döndüğünü.

Ne zaman Hacıbektaş'a gelsem
aklıma ulaşır uhrevi hazlar
kendimden başka eksiğim kalmaz
arıyla petek gibi giriftar olurum
kırmızı güngülüler açar ağustosta.

Dostlar, şimdi ruhum, biraz bektaşi







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü

Ali Akdemir

KUMA DÜŞEN ALYAKAMOZ


Her ne ararsan kendinde ara. Hacı Bektaş Veli.


Arka bahçemizi yol edindi, yoklasan
ardında ne var o güleç yüzün
kabadayı gibi allöş çekmediği kaldı.
"Oha var inek durdurur
oha var zelve kırdırır."
fellik fellik oha olana; ha fallik, ha Felluce
ey dost, bendeysen bir tıkla
ey zaman, seni kim kirletti?

Öfke düşmüş kırmızı güle, suya bak!
eşitlik, hak hukuk ılgıt ılgıt; ruhum
çamur gibi şekilden şekile girdikçe
varlığını kanattı, hüznüme ay vurdu.

Sen, insan kaç kişi; bilirsin
gölgesiyle barışık yürek tutuşturan
rüzgarını içinde taşıyan Bektaşi
güneşe tuttuğun yüzün ılgım ılgım
özgürlüğe çıkan yola kucağından yürüdük.

Ufukta tuvali yükselen, yüreğimin gülhanı
kuma düşen alyakamoz
ölmekten dönsen
seni, bir avuç şiirle karşılarım.

Yüzün suyu hürmetine
alevin alevime ırıp ırıp estikçe
denk düşer elifin elifime
yüz yüzü velimser; kardeşlik toprağında
gülü öpme zamanı
güneşin zaptı yakın.

Dost, bir kez daha giydirir günü.







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi

Ali Cavit Coşkun

LAİKLİĞİ İŞLEDİK


Hünkar Hacıbektaş Veli'den beri
Özümüze laikliği işledik
Kendimize önder seçtik o piri
Sözümüze laikliği işledik

Bektaşilik ikiliğe son verdi
Aleviler canan için can verdi
İnsanlığa yol gösterip yön verdi
Hazımıza laikliği işledik

Karşı çıkanlara şaşırdık kaldık
Gururla yaşadık, şerefle öldük
Horasan'dan beri yürüdük geldik
İzimize laikliği işledik

Sevgi bahçesinde yeşerdik bittik
Ayrık otlarını yolduk yok ettik
Gönül yaylasında çok sürü güttük
Kuzumuza laikliği işledik

Kapımız açıktır, kapalı değil
Elimiz kalemli, sopalı değil
Mülkümüz engindir, tepeli değil
Düzümüze laikliği işledik

Birlik fidanını diktik bu yurda
Hiç medet ummadık cahilde körde
Döşüne tel taktık koluna perde
Sazımıza laikliği işledik

Aşıklar taşımaz kini benliği
Hoşgörüde bulur zevki şenliği
Yırtılmaz sökülmez aşkın önlüğü
Bezimize laikliği işledik

Karanlığa ışık tutar dünümüz
İlim öğrenmekle geçti günümüz
Atatürk'ün ilkeleri konumuz
Tezimize laikliği işledik

Cehalete karşı tavır takınca
Ey SİNEMİ korkma yoktur sakınca
Cumhuriyet meşalesin yakınca
Közümüze laikliği işledik







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Hece Vezni Şiir Yarışması İkincisi

Feyzi Şahin

HACIBEKTAŞ GETİRDİ


Güvercin donunda urum eline
Laikliği Hacıbektaş getirdi;
Gelip mürit olan gönül seline
Laikliği Hacıbektaş getirdi.

Karanlığı makul gören kişiye
Eşitlik getirdi ere dişiye
Ele bele dile sahip koşuya
Laikliği Hacıbektaş getirdi.

Karahüyük denen yerde tekkeyi
Kurunca gönülden gördü mekkeyi
Kafalardan attı kara takkeyi
Laikliği Hacıbektaş getirdi.

Haksızlığa karşı durup zulüme
Boyun eğmez zalim oğlu zalime
Beşeriye kucak açıp bilime
Laikliği Hacıbektaş getirdi.

Her milleti ırkı rengi hoş gördü
Kucak açıp sevdi kini boş gördü
Sevgisiz bilgisiz dini loş gördü
Laikliği Hacıbektaş getirdi

..............yürüyor ata izinde
Çözerek gerçeği gördüm gizinde
Hak yoluna bağlar bizi özünde
Laikliği Hacıbektaş getirdi.







2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1. Gülçin KARAŞ DUMAN “Dua” adlı öykü ile.
2. Tülin ÇETİN “Uyusun da Büyüsün” adlı öykü ile.
3. Ali AKDEMİR “Velimsenen Yüzler” adlı öykü ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Nazım SALIK “Hacıbektaş Destanı” adlı şiir ile.
2. Ali AKDEMİR “Bende Saklı” adlı şiir ile.
3. Ali AKDEMİR “Kuma Düşen Al Yakamoz” adlı şiir ile.
2005 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1. Ali Cavit COŞKUN “Laikliği İşledik” adlı şiir ile.
2. Feyzi ŞAHİN “Hacıbektaş Getirdi” adlı şiir ile.
3. Osman TAŞKAYA “En Güzeli” adlı şiir ile.






Hece Vezni Şiir Yarışması Üçüncüsü

Osman Taşkaya

EN GÜZELİ


Adem gelip adem kalmak istersen,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.
Alemi kendinde bulmak istersen,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Dünya nimetine doyayım dersen,
Bencillik hırsından cayayım dersen,
Koyunu kurt ile yayayım dersen,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Sevgiyle geçilir sırat köprüsü,
Narı cennet eder kul hoşgörüsü,
Hakk'ı eşya eden sıfat örtüsü,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Kimseyi halince hakir görmeden,
Siyah, beyaz, sarı kimlik sormadan,
Bircan incitmeden, gönül kırmadan,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Özümün aslınca sağlamsa belim,
Belime uygunsa; elimle, dilim,
Kılavuzu akıl, rehberi ilim,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Ey insan; kirpiğin, kaşın ayettir,
Beyin, can merkezi; başın ayettir,
Rahmanın kalp evi döşün, ayettir,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.

Dört unsur sendedir, evren sendedir,
Yüz dört kitap demi, devran sendedir,
Yetmiş iki millet, seyran sendedir,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol

.................unutma ademiz adem,
Toprağın özünde madeniz madem,
Can mülküne şahtır aklım, iradem,
Sen de Hünkar Hacı Bektaş gibi ol.